25 Şubat 2012 Cumartesi
12 Ocak 2012 Perşembe
çatalhöyük
Günümüz Konya Şehri'nin güneydoğusunda, Hasandağı'nın yaklaşık olarak 136 kilometre uzağında, Konya Ovası'na hakim buğdaylık arazide bulunmaktadir. Doğu yerleşimini, en son Cilalı Taş Devri sırasında ovadan 20 metre yüksekliğe kadar ulaşan bir yerleşim birimi oluşturmaktadır. Ayrıca, batıya doğru da ufak bir yerleşim birimi ve birkaç yüz metre doğuya doğru da bir Bizans yerleşimi bulunmaktadır.
Tarih öncesi yerleşim birimleri Tunç Çağı'ndan önce terk edilmiştir. Bir zamanlar iki yerleşim birimi arasında Çarşamba Nehri'nin bir kanalı akmaktadır, ve yerleşim birimleri, ilk tarım zamanlarında elverişli sayılabilecek alüvyonlu toprak üzerine kurulmuştur. Evlerin girişleri üst kısımlarında bulunmaktadır.
Çatalhöyük'te Restore Edilmiş Bir Ev Örneği
Çatalhöyük'te Yapılan Kazılarda Bulunan Antik Eserler ve Süs Eşyaları
Çatalhöyük'te Bulunan Duvar Resimleri ve Kabartmalar
Tarihçe [değiştir]
Muhtemelen, bugüne kadar bulunmuş en eski ve en gelişmiş Cilalı Taş Devri yerleşim merkezidir. 1958 yılında James Mellaart tarafından keşfedilmiş, ilk kazıları 1961-1963 ve 1965 yıllarında yapılmıştır. 1993'te yeniden başlayan ve günümüze kadar devam eden kazılar Ian Hodder tarafından yönetilmektedir.Tarih öncesi yerleşim birimleri Tunç Çağı'ndan önce terk edilmiştir. Bir zamanlar iki yerleşim birimi arasında Çarşamba Nehri'nin bir kanalı akmaktadır, ve yerleşim birimleri, ilk tarım zamanlarında elverişli sayılabilecek alüvyonlu toprak üzerine kurulmuştur. Evlerin girişleri üst kısımlarında bulunmaktadır.
- Anadolu Medeniyetleri Müzesinde bulunan Çatalhöyük evi görüntüsü
9 Ocak 2012 Pazartesi
truva
Troya veya eski adıyla Truva (Hititçe: Vilusa ya da Truvisa, Yunanca: Τροία, Troia veya Ίλιον, İlion, Latince: Troia veya Ilium) Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada'da bahsi geçen Troya savaşının geçtiği antik kent. Antik İda Dağı'nın (Kaz Dağı) eteklerinde, Çanakkale il sınırları içinde yer alır. 1870'lerde Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından Tevfikiye köyü civarında keşfedilen antik kentte çıkan eserler büyük oranda Türkiye, Almanya ve Rusyadadır. Antik kent, 1988 yılından beri Dünya Miras Listesinde, 1996 yılından beri de Milli Park statüsündedir.
Antik kent, Çanakkale merkez ilçesini bağlı Tevfikiye köyünün batısında, "Hisarlık Tepesi" nde bulunur (39°58′K, 26°13′D). Tepe, 200x150m boyutlarında, 31.2m rakımlı ve aynı zamanda geniş bir kalker tabakasının parçasıdır.[2]
Hisarlık Tepesinde bir antik kentin olduğu uzun süre bilinmesede, tepenin isminden de anlaşılacağı gibi bölgede arkeolojik kalıntıların yüzeye yakın olduğu ve bu yüzden yerel sakinlerince tepeye Hisarlık adı verildiği görüşü savunulabilinir. Ayrıca Troya kentinin kurulduğu zamanlarda Hisarlık Tepesi, Karamenderes ve Dümrek Çaylarının döküldüğü ve Çanakkale Boğazına açılan bir koyun kenarında[2] , şimdikinde denize çok daha yakın bir yerde bulunduğu düşünülür.
Kentin bulunduğu ve adını verdiği, bugün yaklaşık olarak Çanakkale İlinin Asya kıtasında temsil eden tarihsel bölge Troas (yada Troad) olarak adlandırılır.
Troyalılar, Sardis kökenli Herakleid hanedanının yerine geçmiş ve Anadolu'yu 505 yıl boyunca Lidya krallığı Candaules (M.Ö. 735-718) dönemine dek yönetmişlerdir. İyonlar, Kimmerler, Frigyalılar, Miletliler onlardan sonra Anadolu'da yayılmış, ardından M.Ö. 546 yılında Pers istilası gelmiştir.
Troya antik kenti, Athena tapınağı ile özdeşleşmiştir. Pers egemenliği sırasında imparator I. Serhas çıktığı Yunanistan seferinde, Çanakkale Boğazını geçmeden önce kentte gelerek bu tapınağa kurban sunduğu, aynı şekilde Büyük İskenderinde Perslere karşı giriştiği mücadele sırasında kenti ziyaret ettiği ve zırhını Athena tapınağına bağışladığı tahrihsel kaynaklarda belirtilir.[3]
1871'de amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen antik şehrin kalıntılarında, ilerleyen zamanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucu, aynı yerde yedi kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu ve farklı dönemlere ait 33 katman olduğu saptanmıştır. Şehrin bu karmaşık tarihsel ve arkeolojik yapısı, daha kolay inceleyebilmek için kent tarihsel dönemlere göre sırayla roma rakamlarıyla ifade edilen 9 ana bölüme ayrılmıştır. Bu ana dönemler ve bazı alt dönemler şu şekildedir;
Gerek Schliemann'nin arkeoloji kökenli olmayışı, gerekte arkeoloji biliminin o dönem yeterince gelişmemiş olması dolayısıyla bu dönem yapılan kazılarda çıkan eserler yeterince iyi değerlendirilememiştir ve bir çok başka arkeolojik bulguda tahribata yol açmıştır.
Antik kent aynı zamanda önemli bir turistik gezi noktası olduğu için Korfman'nın kazılarına ilk olarak ören yeri düzenleme çalışması ile başlamıştır. Daha sonraki yıllarda hem yaptığı arkeolojik çalışmalar hemde kentin millî park olmasına verdiği destek ve antik kentte turistlere yönelik çalışmalarıyla hatırlanır.
Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer, 2001 yılında Almanyanın Stuttgart kentinde düzenlenen "Truva, Düşler ve Gerçek" adlı sergi açılışında, dolaylı yoldan eserlerin Türkiye iadesini istemişir. Bunu şu sözlerle dile getirmiştir;[5]
"Burada sergilenen kültür hazinesi, dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Bu yapıtlar, ait oldukları uygarlıkların topraklarında daha büyük bir anlam ve zenginlik kazanmaktadırlar"
Rusya: Troya hazinesinin Berlinde kaybolan kısmının 2. Dünya Savaşı sonunda, müttefik kuvvetlerce işgal edilen Berlinde, saklandıkları Berlin Hayvanat Bahçesinden Ruslar tarafından alınıp götürüldükleri ortaya çıkmıştır. Uzun süre eserlerin ülkesinde olduğu idaalarını red eden Rusya, 1994 eserlerin ülkesinde olduğunu kabul edip, bunların savaş tazminatı olduğunu belirtmiştir. Eserlerin Türkiye tarafından istenmesine konusunda ise eserler Almanya'dan getirdiği için Türkiye'nin bunları isteme hakkı olmadığı yönündedir[6]. Rusyadaki eserler 1996 yılından beri Moskovada bulunan Puşkin Müzesinden sergilenmektedir.
Frigya Kralının düzenlediği bir yarışmayı kazanır ve ödül olarak verilen siyah boğayı takip ederek, boğanın durduğu yere bir kent kurmaya karar verir. Boğa, tanrıça Ate'nin düştüğü yerde yere çöker ve İlius kentini bu tepeye kurar. Kente kurucusundan dolayı İllion, İlius'un babası Tros'dan dolayıda Troya denir. Kentin Akalar tarafından yıkılmasıyla ise bu tanrıçanın getirdiği kötü şansa bağlanır.
Antik kent, Çanakkale merkez ilçesini bağlı Tevfikiye köyünün batısında, "Hisarlık Tepesi" nde bulunur (39°58′K, 26°13′D). Tepe, 200x150m boyutlarında, 31.2m rakımlı ve aynı zamanda geniş bir kalker tabakasının parçasıdır.[2]
Hisarlık Tepesinde bir antik kentin olduğu uzun süre bilinmesede, tepenin isminden de anlaşılacağı gibi bölgede arkeolojik kalıntıların yüzeye yakın olduğu ve bu yüzden yerel sakinlerince tepeye Hisarlık adı verildiği görüşü savunulabilinir. Ayrıca Troya kentinin kurulduğu zamanlarda Hisarlık Tepesi, Karamenderes ve Dümrek Çaylarının döküldüğü ve Çanakkale Boğazına açılan bir koyun kenarında[2] , şimdikinde denize çok daha yakın bir yerde bulunduğu düşünülür.
Kentin bulunduğu ve adını verdiği, bugün yaklaşık olarak Çanakkale İlinin Asya kıtasında temsil eden tarihsel bölge Troas (yada Troad) olarak adlandırılır.
Tarih [değiştir]
İlk olarak Efes ve Milet antik kentleri gibi denize yakın olan kent, Çanakkale Boğazının güneyinde bir liman kenti olarak kurulmuştur. Zamanla Karamenderes nehrinin kent kıyılarına taşıdığı alüvyonlar nedeniyle denizden uzaklaşmış ve önemini yitirmişitir. Bu yüzden yaşanan doğal felaketler ve saldırılar sonrasında yeniden iskan edilmeyip, terk edilmiştir.Troyalılar, Sardis kökenli Herakleid hanedanının yerine geçmiş ve Anadolu'yu 505 yıl boyunca Lidya krallığı Candaules (M.Ö. 735-718) dönemine dek yönetmişlerdir. İyonlar, Kimmerler, Frigyalılar, Miletliler onlardan sonra Anadolu'da yayılmış, ardından M.Ö. 546 yılında Pers istilası gelmiştir.
Troya antik kenti, Athena tapınağı ile özdeşleşmiştir. Pers egemenliği sırasında imparator I. Serhas çıktığı Yunanistan seferinde, Çanakkale Boğazını geçmeden önce kentte gelerek bu tapınağa kurban sunduğu, aynı şekilde Büyük İskenderinde Perslere karşı giriştiği mücadele sırasında kenti ziyaret ettiği ve zırhını Athena tapınağına bağışladığı tahrihsel kaynaklarda belirtilir.[3]
1871'de amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen antik şehrin kalıntılarında, ilerleyen zamanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucu, aynı yerde yedi kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu ve farklı dönemlere ait 33 katman olduğu saptanmıştır. Şehrin bu karmaşık tarihsel ve arkeolojik yapısı, daha kolay inceleyebilmek için kent tarihsel dönemlere göre sırayla roma rakamlarıyla ifade edilen 9 ana bölüme ayrılmıştır. Bu ana dönemler ve bazı alt dönemler şu şekildedir;
- Troya I 3000-2600 (Batı Anadolu EB 1)
- Troya II 2600-2250 (Batı Anadolu EB 2)
- Troya III 2250-2100 (Batı Anadolu EB 3)
- Troya IV 2100-1950 (Batı Anadolu EB 3)
- Troya V (Batı Anadolu EB 3)
- Troya VI: M.Ö. 17. yüzyıl – M.Ö. 15. yüzyıl
- Troya VIh: Geç Tunç Çağı M.Ö. 14. yüzyıl
- Troya VIIa: ca. M.Ö. 1300 – M.Ö. 1190 Homerik Troya dönemi
- Troya VIIb1: M.Ö. 12. yüzyıl
- Troya VIIb2: M.Ö. 11. yüzyıl
- Troya VIIb3: yaklaşık M.Ö. 950
- Troya VIII: M.Ö. 700 Helenistik Troya
- Troya IX: Ilium, M.S. 1. yüzyıl Roma Troyası
Kazılar [değiştir]
Troya antik kentinin Hisarlıkta olabiliceğine ilişkin ilk yorumlar, 1922 İskoç Charles Maclaren tarafından yapılmıştır. İlk arkeolojik araştırma, bölgede bir höyüğün olabileceğini tespit eden İngiliz Frank Calvert tarafında 1863-1865 yıllarında yapılmıştır. Fakat bu kentin Troya olduğu görüşünün kesinlik kazanması ve yaygın şekilde tanınması Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucunda olmuştur.Heinrich Schliemann [değiştir]
Aslen tüccar olan Heinrich Schliemann, Hisarlıkta ilk geniş kapsamlı kazıları yapan ve "Troya Hazinesi" yada "Priamos Hazinesi" adlı koleksiyonun bulan kişidir. Osmanlı Devletinden kazı izni alarak 1870 yılında tamamlanan sondaj çalışmaları neticesinde, 1971-1974 yılları arasında ilk grup kazıları yapmıştır. Bir dönem sıtma hastalığına yakalanan Schliemann, kazılara ara vermiş ve ilk kazılar kadar yoğun olmamakla beraber 1890'lara kadar kazılara devam etmiştir.Gerek Schliemann'nin arkeoloji kökenli olmayışı, gerekte arkeoloji biliminin o dönem yeterince gelişmemiş olması dolayısıyla bu dönem yapılan kazılarda çıkan eserler yeterince iyi değerlendirilememiştir ve bir çok başka arkeolojik bulguda tahribata yol açmıştır.
Wilhelm Dörpfeld [değiştir]
Mimar olan ve Schliemann kazılarınada eşlik eden Wilhelm Dörpfeld, Schliemann'nın ölümü sonrası 1893-1894 yıllarında kazıları üstlenir. Kentin katmanlı yapısının tespiti Dörpfeld'e aittir.Carl W. Blegen [değiştir]
Bir süre ara verilen kazılar Türkiye Cumhuriyeti döneminde Amerikalı arkeolg Carl W. Blegen tarafından tekrar başlatılır. Kazılar Cincinati Üniversitesi desteğiyle 1932-1938 döneminde yapılmıştır. Blegen özellikle Truva Savaşının geçtiği dönem olarak düşünülen Troya VIIa dönemini üzerine çalışmalarıyla özdeşleştirmiştir.Manfred Korfmann [değiştir]
Yaklaşık yarım asırlık ikinci bir duraklama döneminde Tübingen Üniversitesi adına kazı başkanı olan Alman arkeolog Manfred Korfmann tarafınan 1988 yılında yeniden başlar. Ölümüne yani 2005 yılana kadar kazı başkanlığı görevini sürdüren Korfmann, antik kentin kazı tarihinde önemli bir yere sahiptir. 2003 yılında Türkiye vatandaşı olup, Osman adını ikinci isim olrak almıştır.Antik kent aynı zamanda önemli bir turistik gezi noktası olduğu için Korfman'nın kazılarına ilk olarak ören yeri düzenleme çalışması ile başlamıştır. Daha sonraki yıllarda hem yaptığı arkeolojik çalışmalar hemde kentin millî park olmasına verdiği destek ve antik kentte turistlere yönelik çalışmalarıyla hatırlanır.
Ernst Pernicka [değiştir]
Pernicka, 2006 yılından beri kazıları yürütmektedir.Kalıntılar [değiştir]
Yurtdışındaki Eserler [değiştir]
Almanya: Heinrich Schliemann Troya'da bulduğu hazineyi önce Yunanistan'a daha sonrada Almanya'ya kaçırmıştır. II. Dünya Savaşı'ıdan önce Almanya'da olduğu bilinmekte olan hazine 2. Dünya Savaşı sonrası kayıplara karışmıştı. Günümüzde bu Almanyanın elinde hala yaklaşık 480 Troya eseri olduğu sanılmaktadır. Bu eserlerin Berlin'de bulunan Neues Müzesinde 103 ve 104 nolu salonlarda sergilenmektedir fakat Troya koleksiyon 2. Dünya Savaşında kaybolduğu için sergilenen bazı eserler, asıllarının kopyalarıdır. [4]Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer, 2001 yılında Almanyanın Stuttgart kentinde düzenlenen "Truva, Düşler ve Gerçek" adlı sergi açılışında, dolaylı yoldan eserlerin Türkiye iadesini istemişir. Bunu şu sözlerle dile getirmiştir;[5]
"Burada sergilenen kültür hazinesi, dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Bu yapıtlar, ait oldukları uygarlıkların topraklarında daha büyük bir anlam ve zenginlik kazanmaktadırlar"
Rusya: Troya hazinesinin Berlinde kaybolan kısmının 2. Dünya Savaşı sonunda, müttefik kuvvetlerce işgal edilen Berlinde, saklandıkları Berlin Hayvanat Bahçesinden Ruslar tarafından alınıp götürüldükleri ortaya çıkmıştır. Uzun süre eserlerin ülkesinde olduğu idaalarını red eden Rusya, 1994 eserlerin ülkesinde olduğunu kabul edip, bunların savaş tazminatı olduğunu belirtmiştir. Eserlerin Türkiye tarafından istenmesine konusunda ise eserler Almanya'dan getirdiği için Türkiye'nin bunları isteme hakkı olmadığı yönündedir[6]. Rusyadaki eserler 1996 yılından beri Moskovada bulunan Puşkin Müzesinden sergilenmektedir.
Mitolojide Troya [değiştir]

Truva atını şehrin içine alan Troyalılar, 1773
Kuruluşu [değiştir]
Mitolojide şehrin kurulduğu tepe, Zeus'u kandırdığı için Zeus tarafından Olympus'tan aşağı atılan tanrıça Ate'nin ilk düştüğü yerdir. Kentin kurucusu Tros'un oğlu İlios'tur. Çanakkale yakınlarındaki Dardanos kenti kralı Dardanos (mitoloji)'un soyundandır.Frigya Kralının düzenlediği bir yarışmayı kazanır ve ödül olarak verilen siyah boğayı takip ederek, boğanın durduğu yere bir kent kurmaya karar verir. Boğa, tanrıça Ate'nin düştüğü yerde yere çöker ve İlius kentini bu tepeye kurar. Kente kurucusundan dolayı İllion, İlius'un babası Tros'dan dolayıda Troya denir. Kentin Akalar tarafından yıkılmasıyla ise bu tanrıçanın getirdiği kötü şansa bağlanır.
Kral Laomedon [değiştir]
Zeus, tarafından kaçırılan Ganymede'nin babası olan kral, kötü kişiliği ile tanınır. Ganymede'ye karşılık kral özel atlar verir. Zeus' devirmek isteyen Poseidon ve Apollon gibi kimi tanrıların tuağında tanrıça Thetis tarafından kurtulan Zeus, Poseidon ve Apollon'a kentin surlarını yapma cezası verir. Bu görevi tamamlayınca karşılık olarak kral Laomedon, önerdiği altınları vermez. Posidon'da Troya'a bir deniz canavarı saldırtır. Yarı-tanrı Herkül ise kralın atlarına karşılık canavarı öldürür. Kral ise sözünü tutmaya yine yanaşmayınca, Herkül kral Laomedonu öldürür ve kralın oğlu son Troya kralı Priamos tahta geçer.Truva Savaşı [değiştir]
Daha çok bilgi için: Truva Savaşı
Truva Savaşı, Kaz Dağındaki sözde tanrıçalar arası güzeelik yarışması sonuçu, dünyanın en güzel kadının aşkını kazanan Priamos'un oğlu Paris, bu evli kadın Hellen'i kaçırmasıyla başlayan ve Troya'nın yıkılmasına yol açan İlyada'yada konu olmuş savaştır.Truva Atı [değiştir]
Truva atı, savaş bitmesi amacıyla şehre gizlice girmek için yapılan tahta attır. Odysessus'un fikri olan iş boş tahta at Troyalılara hediye gibi sunulur. Atın içine gizlenen askerlerden habersiz Troyalılar anıtı şehre taşır ve kutlamalara başlarlar. Akşam ise askerler dışarı çıkarak şehrin yağmalanmasına başlarlar. Truva atı tabiri o kadar yaygınlaşırki deyim olarakta kullanılmaya başlar. [7]Troya'lı Ünlüler [değiştir]
Tarihte ve mitolojide geçen Troya'lı ünlü kişiler şunlardır;İyonlar
Coğrafi Konum
Asya’nın Adalar Denizi (Ege) kıyısı, daha kesin olarak da İzmir ile Büyük Menderes Irmağı arasında kalan bölgeye lyonya ve buranın eski sakinlerine de lyonyalılar adı verilir.
a) Siyasi Tarihlyonyalılar M.Ö. 2000 yıllarında bu yöreye gelip yerleşmiş ve Hititlere bağlı olarak yaşamışlardır. Yunan efsanelerine göre lyonya sitelerini Yunanistan’dan, Dor istilasından kaçan İyon göçmenleri kurmuştur. 12 büyük sitede yerleşen İyonlar, Aka medeniyeti ile eski Anadolu kültürünün etkisi altında, Ön Asya ticaretinin etkisiyle kısa zamanda büyük refaha kavuştular. Parlak bir medeniyet de kuran İyonlar Milet (Mile-tos), Efes (Efesos) ve İzmir (Smyrna) gibi ayn şehir devletleri halinde yaşadılar. Vll.yüz-yılda Kimmerlerin saldırılarına uğrayınca Lidya krallarına, daha sonra da Pers krallığına bağlı olarak muhtarlıklarını devam ettirdiler. Daha sonra da Roma’nın Asya eyaletine katıldılar.
b) Devlet İdaresi
İlk zamanlarda ayn ayn şehir devleüeri halinde yaşamışlar ve krallar tarafından yönetilmişlerdir. Daha sonra kuvvetlenen asiller, krallan ortadan kaldırarak yönetimi ellerine geçirmişlerdir. M.Ö.VIH. yüzyıl ve daha sonra beliren dış tehlikelerden korunmak ve yönelimi kuvvetlendirmek için eli silah tutan erkekler de yönetime alınarak söz sahibi kılındı. Zaman zaman ordu ve hükümetin idaresini Tiran adlı kuvvetli devlet . adamlarına bırakmışlardır.
c) Sosyal Hayat
Ön Asya ticaret yolunun sonunda bulunan İyonlar denizciliğe yatkın olup, Anadolu’daki halk ile Akdeniz kavimleri arasında aracı oluyor ve ticaretle uğraşıyorlardı. Karadeniz ile Akdeniz ülkelerinin sahillerinde önemli ticaret merkezleri ve deniz aşın koloniler kurdular. Çok eski olan Anadolu medeniyeti ile tanışan İyonlar, Yunan medeniyetinin doğup gelişmesine etki ettiler.
d) Yazı – Dil ve Edebiyat
İyonlar, kullandıklan alfabeyi Fenikelilerden alddar. Daha sonra bu alfabe Yunan alfabesinin de temelini teşkil etti. Edebiyatta ise heyecan ve coşkunluklar lirik bir tarzda dile getiriliyordu, lyonya şiirleri ve lyonya mısralan adı verilen manzumeler Yunanlılar tarafından da benimsendi.
e) Sanat
İyonlar kültür ve sanat alanında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir, önemli sanat ve kültür merkezleri olan Milet, Efes, Foça ve İzmir’de mükemmel bir mimari ve eşsiz güzelliğe sahip saraylar, tapmaklar yapmışlardır. Mimarinin yanında heykelciliği de ihmal etmemiş ve gerçekçi stilde eserler vermişlerdir. İyon uygarlığı, kaynağını özgür düşünce sisteminden almaktaydı.
Beş ayrı mimari düzenden biri olan açılı lyonya sütun başlığı veya her yüzünde iki kıvrım olan lyonya düzeni sütun başlığı, meşhur olup günümüze kadar gelmiştir.
f) Din ve İnanış
İyonlar, Hititler ve Mezopotamyalılar gibi çeşitli tannlara tapınışlardır. Tannla-nnı insanlar gibi düşünmüşler, bunlann tabiat kuvvetlerini idare ettiklerine inanmışlardır. İyonlar öldükten sonra yeniden dirilecekleri ve yeni bir hayatın olacağı inancına fazla itibar etmemişlerdir.
g) İyon Medeniyetinin Karakteristik Özelliği
iyonlar, tarih, felsefe tıp ve matematikte, kısaca ilim ve fikir hayatında önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Avrupa’nm hayranlıkla izlediği Yunan-Hellen medeniyetinin temelinde, İyon ilim adamları ile Hitit ve Mezopotamya medeniyetinin etkisi vardır. Astronomi ve matematikte Tales, Sinoplu Diyojen, tıbbm temelini atan Istanköylü Hippokrates ve Unla tarihçi Bodrumlu Herodot bunların başta gelenleridir.İyonlar gemilerle Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına giderek ticaret merkezleri kurmuş, komşu devletlerle işbirliği yapmış, yaptıkları deniz ticaretiyle zenginleşmişlerdir.
Asya’nın Adalar Denizi (Ege) kıyısı, daha kesin olarak da İzmir ile Büyük Menderes Irmağı arasında kalan bölgeye lyonya ve buranın eski sakinlerine de lyonyalılar adı verilir.
a) Siyasi Tarihlyonyalılar M.Ö. 2000 yıllarında bu yöreye gelip yerleşmiş ve Hititlere bağlı olarak yaşamışlardır. Yunan efsanelerine göre lyonya sitelerini Yunanistan’dan, Dor istilasından kaçan İyon göçmenleri kurmuştur. 12 büyük sitede yerleşen İyonlar, Aka medeniyeti ile eski Anadolu kültürünün etkisi altında, Ön Asya ticaretinin etkisiyle kısa zamanda büyük refaha kavuştular. Parlak bir medeniyet de kuran İyonlar Milet (Mile-tos), Efes (Efesos) ve İzmir (Smyrna) gibi ayn şehir devletleri halinde yaşadılar. Vll.yüz-yılda Kimmerlerin saldırılarına uğrayınca Lidya krallarına, daha sonra da Pers krallığına bağlı olarak muhtarlıklarını devam ettirdiler. Daha sonra da Roma’nın Asya eyaletine katıldılar.
b) Devlet İdaresi
İlk zamanlarda ayn ayn şehir devleüeri halinde yaşamışlar ve krallar tarafından yönetilmişlerdir. Daha sonra kuvvetlenen asiller, krallan ortadan kaldırarak yönetimi ellerine geçirmişlerdir. M.Ö.VIH. yüzyıl ve daha sonra beliren dış tehlikelerden korunmak ve yönelimi kuvvetlendirmek için eli silah tutan erkekler de yönetime alınarak söz sahibi kılındı. Zaman zaman ordu ve hükümetin idaresini Tiran adlı kuvvetli devlet . adamlarına bırakmışlardır.
c) Sosyal Hayat
Ön Asya ticaret yolunun sonunda bulunan İyonlar denizciliğe yatkın olup, Anadolu’daki halk ile Akdeniz kavimleri arasında aracı oluyor ve ticaretle uğraşıyorlardı. Karadeniz ile Akdeniz ülkelerinin sahillerinde önemli ticaret merkezleri ve deniz aşın koloniler kurdular. Çok eski olan Anadolu medeniyeti ile tanışan İyonlar, Yunan medeniyetinin doğup gelişmesine etki ettiler.
d) Yazı – Dil ve Edebiyat
İyonlar, kullandıklan alfabeyi Fenikelilerden alddar. Daha sonra bu alfabe Yunan alfabesinin de temelini teşkil etti. Edebiyatta ise heyecan ve coşkunluklar lirik bir tarzda dile getiriliyordu, lyonya şiirleri ve lyonya mısralan adı verilen manzumeler Yunanlılar tarafından da benimsendi.
e) Sanat
İyonlar kültür ve sanat alanında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir, önemli sanat ve kültür merkezleri olan Milet, Efes, Foça ve İzmir’de mükemmel bir mimari ve eşsiz güzelliğe sahip saraylar, tapmaklar yapmışlardır. Mimarinin yanında heykelciliği de ihmal etmemiş ve gerçekçi stilde eserler vermişlerdir. İyon uygarlığı, kaynağını özgür düşünce sisteminden almaktaydı.
Beş ayrı mimari düzenden biri olan açılı lyonya sütun başlığı veya her yüzünde iki kıvrım olan lyonya düzeni sütun başlığı, meşhur olup günümüze kadar gelmiştir.
f) Din ve İnanış
İyonlar, Hititler ve Mezopotamyalılar gibi çeşitli tannlara tapınışlardır. Tannla-nnı insanlar gibi düşünmüşler, bunlann tabiat kuvvetlerini idare ettiklerine inanmışlardır. İyonlar öldükten sonra yeniden dirilecekleri ve yeni bir hayatın olacağı inancına fazla itibar etmemişlerdir.
g) İyon Medeniyetinin Karakteristik Özelliği
iyonlar, tarih, felsefe tıp ve matematikte, kısaca ilim ve fikir hayatında önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Avrupa’nm hayranlıkla izlediği Yunan-Hellen medeniyetinin temelinde, İyon ilim adamları ile Hitit ve Mezopotamya medeniyetinin etkisi vardır. Astronomi ve matematikte Tales, Sinoplu Diyojen, tıbbm temelini atan Istanköylü Hippokrates ve Unla tarihçi Bodrumlu Herodot bunların başta gelenleridir.İyonlar gemilerle Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına giderek ticaret merkezleri kurmuş, komşu devletlerle işbirliği yapmış, yaptıkları deniz ticaretiyle zenginleşmişlerdir.
ganzeliler
Gazneliler
Gazneliler (969-1187) Türkler'in tarih boyunca
yayıldıkları ve devletler kurdukları ülkelerden birisi de Afganistan'dır.
Türkler bu bölgede M.Ö. II. yüzyıldan itibâren devletler kurmağa başlamışlardır.
Bu Türk devletlerinden biri olan Gazneliler, isimlerini başkentleri Gazne
şehrinden almışlardı, ancak bu devlet tarîhî kaynaklarda Yemînîler ve
Sebükteginîler olarak da zikredilmişlerdir.
Türkler'in tarih boyunca yayıldıkları ve
devletler kurdukları ülkelerden birisi de
Türk kelimesinin aslı "türümek" fiilinden gelmektedir. Bu
fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında "türük" ve nihayet hece düşmesiyle
"Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de
yürümekten "yürük" adını almışlardır. Türk kelimesi, ayrıca, çeşitli
kaynaklarda; "töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve
deniz kıyısında oturan adam" manalarında
kullanılmaktadır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Afganistan'dır. Türkler bu bölgede M.Ö. II.
yüzyıldan itibâren devletler kurmağa başlamışlardır. Bu
Afganistan Demokratik Cumhuriyeti merkezi Asya’da
dağlık bir kara devleti. Başkenti Kabil'dir. Yüzölçümü 657.500 km2 nüfusu Soyyet
işgali öncesi nüfusu yaklaşık 15 milyon olan ülkenin nüfusu bugün 1.424.000
(1998)'dir. Ülkenin Resmi dili Peştuca ve Farsça'dır. Resmi para birimi Afgani
dini İslam'dır. Doğu ve Batı Asya’yı birleştiren ana mihver üzerinde olup,
Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, İran, Pakistan ve Çin ile çevrilidir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Türk devletlerinden biri olan
Gazneliler, isimlerini başkentleri
Hemen her dönemde devlet kuran Türklerin,
günümüze kadar kaç devlet kurduğu konusu tartışmalıdır.
Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında hangi kıstaslara dayanılarak belirlendiği
tam olarak anlaşılamayan ve sonradan Cumhurbaşkanlığı forsunda yıldızlarla
simgelenen on altı Türk devleti diye bir konu vardır. O zamanlar nasıl
belirlendiği günümüzde bile bilinemeyen
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Gazne şehrinden almışlardı,
ancak bu devlet tarîhî kaynaklarda Yemînîler ve Sebükteginîler olarak da
zikredilmişlerdir.
bkz. Gazne Devleti
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Samanî Devleti
(1005)'nin en parlak devrinde büyük sayıda Türk grupları Maveraünnehir yoluyla İslâm dünyasına
getirilmekteydi. Bunların büyük kısmı
Maveraünehir, Amu Derya (Ceyhun), Sird Derya
(Seyhun) nehirleri arasında kalan ünlü Türk ülkesi. Bu tarihi belde bugün,
Özbekistan, Kalpakistan'ın bir bölümü ile; Tacikistan, Kırgızistan'ın güney
kısmını; Kızılkum Çölü ile Kazakistan'ın bir kısmını içine almaktadır. 660.000
km2 yüzölçümü vardır. Bölgede, çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği 16 milyon
insan yaşamaktadır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Abbasî Halîfeleri ve eyaletlerdeki
Arab ve İranlı vâlilerin hizmetinde asker veya muhâfız kuvveti olarak hizmet
görmekteydiler. Böylece 9 ve 10. yüzyıllar esnâsında Türk askerlerinin İslam dünyasının doğu ve merkezî kısımlarına
tedrîcî bir girişi vardı. Bu sırada İran'daki iki büyük hânedân,
İslam, Allah'ın insanlara Hz. Muhammed
(sav) aracılığı ile gönderdiği son ilahi dindir. Arapçada seleme (Allah'a
tamamen bağlanmak) kökünden gelen İslam sözcüğünün Türkçe anlamı "Allah'a ve
onun buyruklarına kayıtsız şartsız inanan" demektir. Bu kelime aynı zamanda, Hz.
Muhammed aracılığıyla ilkeleri bildirilen ve Müslüman adı verilen (Arapça
İslamlığı kabul eden anlamına, müslim'den) 600 milyon insanı bünyesinde toplamış
büyük bir dinin de adıdır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Büveyhiler ve
Büveyhiler onuncu asırda İran’da
kurulan ve eski Sâsânî İmparatorlarının soyundan geldiğini iddiâ eden Şiî
hânedân. Büveyhîlerin kurucusu, Ebû Şûcâ Büveyh çok fakirdi. Çocuklarıyle
berâber sırtlarında odun taşıyarak geçinirlerdi. Büveyh’in üç oğlu, Ali, Hasan
ve Ahmed doğup büyüdükleri Deylem’de hüküm süren Deylemî Devletinin ordusunda
uzun müddet paralı askerlik yaptılar. Zamanla orduda otoriteleri arttı. Hazar
Denizinin güneyindeki bölgede, iktidâr boşluğ
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Samânîler mahalli kuvvetlere
ilâve olarak Türk askerlerini kullanmağa başlamışlardı.
Nitekim 912 yılından sonra Samani Devleti'nin vâlîleri ve kumandanları arasında Türk isimlerine de tesâdüf edilmeye başlamıştı. Bu Türklerin İran dünyâsında askerî lider ve vâliler olarak seçkin bir sınıf teşkil ettiler. Merkezî hükümetin otoritesi zayıfladığı anda, bu Türk kumandanlar devlet içinde kuvvet ve kudreti ele geçirerek yarı-bağımsız bir şekilde hüküm sürüyorlardı.
Sâmânî Devleti zayıflamaya başladığı sırada Sîmcûrîler, Kara Tegin İsficâbî ve Baytuz gibi Türk âile ve kumandanlar bazı bölgede hâkimiyet kurmuşlardı.
Nitekim Gazneliler de, Sâmânî Devleti'nin dağılma ve saray isyanları devresinde durumdan yararlanarak ortaya çıkan Türk âilelerinden birisidir. Sâmânî Devleti içinde Türklerin en mühim şahsiyetlerinden biri olan Horasan orduları kumandanı Alptegin, 961'de Vezîr Ali Muhammed Bel'amî ile birleşerek kendi adayını zorla Sâmânî tahtına oturtmak istedi. Fakat bu arzûsunda başarısızlığa uğradı. Alptegin, bu başasırızlıktan sonra, beraberindeki çok az bir kuvvetle, Doğu Afganistan'daki Gazne şehrine çekilmeğe mecbur kaldı ve mahallî bir hânedân olan Levikleri bertaraf ederek adı geçen şehre hâkim oldu (962). Bu sûretle Gazneliler Devleti'nin temeli atılmış oluyordu.
Gazne şehrinin bulunduğu Afganistan'ın bu bölgesinde Türklerin mevcûdiyetinin İslâm'dan daha önceki devrelere dayandığını kısaca belirtmiştik. Bu bakımdan Gazneliler Devleti sadece Alptegin'in beraberinde getirdiği Türk askerlerine dayanmamaktadır. Muhakkak ki, bu bölgeye önceden gelenler devlete bir temel olmuş, daha sonra kuzeyden gelecek Türkler de Gazneliler'in gelişmesini sağlamıştır.
Levik Hânedânı Gazne'yi kolay kolay elden bırakmamış, Alptegin (öl. 963)'e halef olan oğlu Ebû İshak İbrahim zamanında (966) bu şehri ele geçirmiştir. Ebû İshak, Sâmânî Emîri'nin yardımı ile Gazne'ye tekrar hâkim oldu. Bu sâyede Sâmânîler bu bölge üzerinde hiç olmazsa ismen hâkimiyet kurdular. Ebû İshak İbrahim'in oğlu olmadığından ölümünden sonra devletin başına Türk kumandanlarının geçtiğini görüyoruz. Bunlardan birincisi Bilge Tegin idi.
Bilge Tegin, Gerdiz Kalesi'ni kuşattığı sırada ölmüş (974-5), yerine Böri Tegin (veya Pîrî Tegin) geçmişti. Ancak Böri Tegin'de Gazne'de fazla hüküm sürmemiş, kabiliyetsizliği sebebiyle, Türkler tarafından görevinden uzaklaştırılarak yerine Alptegin'in en çok güvendiği taraftarlarından biri olan Sebüktegin geçirilmişti (977).
Sebüktegin, oğlu Mahmud'a bırakmış olduğu Pend-name'sine göre, şimdi Kırgızistan hudutları içinde bulunan Isık-göl sahillerindeki Barshân bölgesinde dünyaya gelmişti. O'nun Karluk Türkleri'ne bağlı boylardan birine olması çok muhtemeldir. Sebüktegin'in başa geçmesiyle Gazneliler Devleti, hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hânedânın idâresi altına girmiş oldu. Bir diğer yönüyle Gazneliler Devleti'ni, kuruluş yıllarında yöneten Türk kumandanların yerine artık bir hânedân almış oluyordu.
Sebüktegin, görünüşte Sâmânîlerin bir vâlisi olarak hareket etmesine rağmen, bağımsız Gazneliler Devleti'nin temeli kuvvetli bir şekilde onun zamânında atılmıştı. Çok geçmeden Türklerin kudreti Gazne'den doğu Afganistan'daki Zâbulistân bölgesine yayıldı. Şüphesiz 5 ve 11. yüzyıla kadar merkezî Afganistan'daki Gûr'un erişilmez dağlık bölgelerinde putperestlik devam etmişti. Sebüktegin, Zâbulistân asîlerinden birinin kızıyla evlenerek buradaki mahallî duyguları kendi tarafına çekmeye çalıştı.
Sebüktegin, devletin devamlılığını emniyet altına almak için en iyi yolun dinamik bir genişleme siyâseti izlemek olduğunu görmüş olmalıdır. Nitekim iktidâra geçtikten sonra rakip Türk gulam grupların bulunduğu Büst şehrine bir sefer düzenleyerek ele geçirdi. Aynı zamanda kuzey-doğu Belucistân'daki Kusdar bölgesini Gazneli topraklarına ilâve etti. O hâkimiyetini Toharistân ve Zemîndâver'e kadar genişletmiş ve daha sonra gözlerini Hindistan'a çevirmişti.
Onuncu yüzyılda Lâğân ve Kâbil'e kadar aşağı Kâbil vâdisi kudretli Vayhand Hindûşâhî hükümdârlarının hâkimiyeti altında idi. Bu hükümdârlar İslâm'ın kuzey Hindistan'da yayılmasına bir engel teşkil ediyorlardı. Neticede takriben 986-7'de Kâbil-Lâğmân bölgesindeki çetin savaşlardan sonra Hindûşâhî Râcâsı mağlûb edildi ve Sebuktegin Kâbil nehri boyunca Peşâver'e kadar ilerlemeye ve orada İslâmiyet'in tohumlarını ekmeğe muvaffak oldu.
Sebüktegin'in bundan sonra Sâmânîlerin iç siyâsetinde önemli rol oynamağa başladığını görüyoruz. Türk kumandanlarından Ebû Ali Sîmcûrî ve Fâik ittifâkına karşı, Sâmânî emîri Nûh b. Mansûr, Sebüktegin'i yardıma çağırmıştı (994). Sebuktegin ve oğlu Mahmud Horasan'a gelerek bu isyancıları mağlûb ettiler (995). Bunun neticesinde Sâmânî emîri onlara unvanlar ve ayrıca Mahmûd'a da Horasan orduları kumandanlığını vermişti. Sebüktegin, Gazneli Devleti'nin temellerini sağlam bir şekilde attıktan sonra 997 yılında öldü.
Sebüktegin daha hayatta iken küçük oğlu İsmail'in, tahta çıkmasını kararlaştırmıştı. Ancak yetenekli ve kudretli bir şahsiyete sâhib bulunan büyük oğlu Mahmûd bu kararı dinlemeyerek mücâdeleye girişmiş ve İsmâil'i mağlûb ederek Gazneliler tahtını ele geçirmişti. Mahmûd daha sonra Sâmânî Devleti'nin iç işlerine karıştı. Ayrıca Sâmânîler tarafından tanınmayan Bağdad Abbâsî halîfe el-Kâdir Billâh adına hutbe okuttu.
Halîfe ona Yemîn ed-Devle Emîn el-Mille lâkabını verdi. Diğer taraftan artık Sâmânî Devleti yıkılmak üzere idi. Nitekim 999 yılında Karahanlılar bu devleti ortadan kaldırdılar. Gazneliler ve Karahanlılar bu devletin topraklarını paylaştılar. Mahmûd, Horasan'da iktidârını sağlamlaştırdıktan sonra Sâmânî Devleti'nin hudud bölgelerini, yani Sistân, Cüzcân, Huttal ve Hârezm'i kendi kontrolü altına aldı.
Mahmûd daha sonra bu zamana kadar putperestliğin hâkim olduğu bir bölge olan Gûr'u kontrol altına almağa çalıştı. Buraya birincisi 1011 ve ikincisi 1020'de iki sefer tertiplendi ve bazı mahallî reisler zorla itâat altına alındı. İslâm dîninin esaslarını öğretmek için bölgeye hocalar bırakıldı. Fakat Gûr, Gazneliler tarafından alsâ tam olarak itâat altına alınmamış ve İslâm'ın bu bölgede yayılması ağır bir seyir tâkip etmiştir. Sultan Mahmûd Sâmânî Devleti topraklarının büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyetini kabul ettirdikten sonra, Hindistan'a seferler yapmağa ve burada İslâm dînini yaymağa başladı. Yeni ve gelişmekte bulunan başkent Gazne'nin kuzey Hindistan ovalarına hâkim yüksek bir yaylanın tepesinde bulunması bu seferlerin yapılmasında büyük kolaylıklar sağlıyordu.
Mahmûd, Hindistan'a on yedi sefer yaptı, bu seferler onun saltanatının büyük bir kısmını doldurmuştur. Sultan'ın Hindistan seferlerinin en önemlisi, 1025-6'daki Somnât seferi idi. Bu sefer sonunda kazandığı zaferin yankıları sür'atle İslâm dünyâsında yayıldı ve Sultan Mahmûd'un Sünnî İslâm dünyâsının kahramanı olmasına yardım etti. Abbâsî Halîfesi tarafından sultan ve âilesine yeni şeref unvanları verildi.
Sultan Mahmûd, zaman zaman Karahanlılar Devleti ile de savaşmış ve onlara üstünlüğünü kabul ettirmiştir (bk. Karahanlılar kısmı). Hayatının son yıllarında ise Türkmenlerin Âmu-Deryâ (Ceyhun)'yı geçerek Horasan'a yerleşmelerine izin vermiş, fakat daha sonra Türkmenlerin bu bölgedeki halkı rahatsız etmeleri üzerine onları mağlûp etmişti. Ancak Türkmenlere Horosan'da yerleşme izni vermesi Gazneliler Devleti için ileride büyük bir tehlike teşkil etmiştir.
Mahmûd, batı yönünde de devletini genişletmiş ve Irak'daki Büveyhîleri mağlûp ederek Irak-ı Acem'i kendi imparatorluk sınırları içine katmıştı. Sultan Mahmûd 1030 yılında Gazne'de öldü. Sultan unvanını ilk olarak kullanan hükümdârın Mahmûd olduğu rivâyet edilmiştir. O çağdaşlarının nazarında nasıl şöhretini Hindistan'da İslâm dînini yaymakla kazandı.
Sultan Mahmûd'un ölümünden sonra Gazneliler Devleti'nde tekrar taht mücâdelesinin başladığını görüyoruz. Neticede Mes'ûd, kardeşi Muhammed'i mağlûp ederek Gazneliler Devleti'nin başına geçti. Muhammed'in gözlerine mil çekilerek hapsedildi. Mes'ûd, iyi ve cesur bir askerdi. Ancak şiddete taraftar olması ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle devlet idâresinde babası kadar başarılı olamadı.
Sultan Mes'ûd, birçok husûslarda babasının kuvvetli karakterinden yoksundu. Maiyeti onun keyfî hareket ve avâreliğinden şikâyetçi idiler. Mes'ûd babasının Hindistan'daki başarısını korumakta kararlıydı. Ancak Karahanlılar Ali Tegin ve Selçuklu tehlikesi karşısında buraya babası kadar çok sayıda sefer tertibleyemedi. Yine de 1033'de bir sefer tertipleyerek Sarsûtî veya Sarsâva kalesini zapt etti.
Daha sonra, Selçuklu tehlikesinin artmasına rağmen, 1037-38 kışında Delhi yakınındaki Hansî kalesine yapılan bir seferi bizzat yönetmekte ısrar etti ve bu kaleyi de ele geçirdi. O Hindistan'a yaptığı seferlerde başarı kazanmasına rağmen, Selçuklular karşısında büyük bir muvaffakiyet elde edemedi.
Neticede, Tuğrul Bey ile Dandanakan'da karşılaştı ve üç gün süren bir savaştan sonra ağır bir yenilgiye uğradı (1040). Mes'ûd, Selçuklular'a karşı koyamamak korkusu ile ailesini ve hazinelerini toplayarak Hindistan'a doğru çekildi. Ancak bu yolculuk sırasında bir ayaklanma sonucu tahttan uzaklaştırılarak kör kardeşi Muhammed ikinci kez tahta çıkarıldı. Mes'ûd ise öldürüldü (1041).
Mes'ûd'un oğlu Mevdûd, babasının intikamcısı ve taht iddiacısı olarak ortaya çıktı ve mücâdelesinde başarılı oldu. Amcası Muhammed ve taraftarlarını mağlûp ederek Gazneliler Devleti'nin başına geçti (1041). Ancak Mevdûd'da Gazneliler Devleti'nin duraklama devrinin kaderini değiştirecek meziyetlere sahip değildi.
O, gerek Hindliler ile ve gerekse Selçuklular ile mücâdele etti ve Selçuklu akınlarını geçici olarak durdurabildi. Mevdûd, komşu devletler ile bir ittifâk meydana getirerek Selçuklular üzerine yürüdüğü bir sırada öldü (1049).
Medûd'da sonra kısa sürelerle oğlu II. Mes'ûd ve I. Mes'ûd'un oğlu Ali tahta geçtiler. 1050 yılının başında Gazneliler tahtında Mahmûd'un oğlu Abdurreşîd'i görüyoruz. Fakat 1053 yılında Tuğrul adındaki bir Türk kumandan Abdurreşîd dahil on bir şehzâdeyi öldürerek Gazneliler Devleti'nin başına geçti.
Ancak onun hâkimiyeti de çok kısa sürmüş ve yine bir Türk kumandan tarafından öldürülmüştü. Daha sonra Gazneliler tahtına I. Mes'ûd'un oğlu Ferruhzâd geçirildi. Sultan Ferruhzâd Selçuklular ile başarıyla mücâdele etmiş ve 1059 yılında ölmüştür. Tahta geçen kardeşi İbrâhîm devrinin en önemli olayı, hiç şüphesiz uzun yıllar devam eden Selçuklu-Gazneli mücâdelesinin bir barış ile sona erdirilmesi idi (1059).
Sultan İbrâhîm, babasının ve dedesinin zamanındaki Gazneliler Devleti'nin parlaklığını yeniden sağlamaya çalışmış ve bu barış sırasında Selçuklu sultanları ile eşit şartlarla müzâkereye girmişti. Daha sonra iki hânedân arasında evlilik münâsebetleri ile bu barış daha da sağlamlaştırıldı.
Sultan İbrâhîm, Hindistan'da bazı kaleler zaptetmiş ve Gûrluların çağrısı üzerine Gûr bölgesini hâkimiyeti altına almıştı. Sikkeleri üzerinde ilk defa sultan unvanı görülen Gazneli hükümdarı İbrâhîm idi. Onun saltanatı kırk yıl sürmüş ve 1099'da ölmüştür.
Sultan İbrâhîm'in yerine oğullarından III. Mes'ûd geçti. Bu hükümdâr devrinde daha çok Hindistân seferi göze çarpıyor. III. Mes'ûd'un 1115 yılında ölümünden sonra, oğlu Şirzâd bir yıl kadar Gazneliler tahtında hüküm sürdü. Daha sonra III. Mes'ûdun oğulları arasında taht mücâdelesinin başladığını ve Gazneli Devleti'nin iç işlerine Selçuklular'ın karıştığını görüyoruz. Şirzâd'dan sonra tahta Arslan-şâh geçti ise de, kardeşi Behrâm-şâh Selçuklu ailesinden Horasan melîki olan Sencer'in yardımını sağlayarak Gazneliler tahtına sâhip oldu (1117). Arslan-şâh önce Hindistan'a geçmiş, sonra Gazneliler tahtı için yeniden mücâdeleye girişmişse de bu uğurda hayatını kaybetmiştir (1118).
Sultan Behrâm-şâh, Hindistan'da daha çok isyancılar ile uğraştı. 1134 yılında önceden ödemeyi kararlaştırdığı yıllık 250.000 dinar vergiyi göndermemesi, Selçuklu sultanı Sencer'in, Gazne üzerine yürümesine sebep olmuştu. Sultan Sencer Gazne'ye kadar ilerlemiş ve Hindistan'a kaçan Behram-şâh'ı affederek yine Gazneliler Devleti hükümdârı olarak bırakmıştı (1136). Behrâm-şâh devrinin olayları arasında Gaznelilerin, Gûrlular ile olan münâsebetleri de dikkati çekmektedir.
Gittikçe kuvvetlenen Gûrlular, nihâyet bir intikam vesîlesi ile Gazne şehrini yaktılar (1151). Behrâm-şâh, yeniden Gazne'ye hâkim oldu ise de (1152), onun zamanı artık Gazneliler Devleti'nin çöküş içine girdiği bir devre idi. Behrâm-şâh, 1157 yılında öldü ve yerine oğlu Hüsrev Şâh geçti.
Sultan Sencer'in Oğuzlar tarafından esir edilmesinin yarattığı kargaşa (1153-1157) ve Gazneliler'in bu Selçuklu sultanının yardımından mahrûm kalması Gûrluların işine yaramış ve bundan yararlanarak süratle hâkimiyetlerini genişletmişlerdi. Neticede Hüsrev-şâh Gazne'yi terk ederek Lahor şehrine yerleşti. Gazneliler bundan sonra Hindistan'daki toprakları üzerinde hüküm sürebildiler. Hüsrev Şâh 1160'da Lahor'da öldü ve yerine oğlu Hüsrev Melik geçti. Nihayet Gûrlular bir hile ile onu esir ederek Gazneliler Devleti'ne son verdiler (1186-7).
Gazneliler devri, kültür bakımından da parlak geçmiştir. Sultan Mahmud ve oğlu Mesud saraylarında devrin en büyük kabiliyetlerini toplamaya çalışmışlar, şairlere hürmet ve sevgi göstermişlerdi. Sultan Mahmud'un sarayında dört yüz şairin bulunduğu rivayet edilmektedir. Edebiyattan başka tarih yazıcılığı da Gazneliler'de çok önem taşımaktaydı. Sultan Mahmud Harizm'i ele geçirdiği zaman ortaçağın büyük bilim adamlarından Biruni'yi Gazne'ye getirtmişti.
Böylece, Biruni, Hindistan'a yapılan Gazneli seferlerine katılma şansı buldu. Onun büyük eseri "Tahkik mâli'-Hind" bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu eser Hinduların inanç ve adetlerini tarafsız olarak inceleyen ilk İslamî eserdi. Bu eserde Hind din, ilim ve coğrafyası hakkında çok geniş bilgi bulunmaktadır.
Gazneli sultanlar, mimari faaliyetleri ile de dikkat çekmişlerdir. Sultan Mahmud ve Mesud dönemi eserlerinden pek azı bugüne kadar gelebilmiştir. Mahmud, halkın yararı için çarşı, köprü, su yolu ve kemerleri ile camiler yaptırmıştır. Sultan Mesud'un kendisi de zaten yetenekli bir mimardı ve yaptırdığı bir sarayın planını kendisi çizmişti.
Gazneliler'in, Türk ve İslâm tarihindeki başlıca rolü, kuzey Hindistan'ın fütühâtına yol açarak İslâm dînine Pencâb'da kuvvetli bir dayanak noktası elde etmesi ve daha sonraki Hindistan fetihlerine bu sûretle sağlam bir zemin hazırlamış olmasıdır. Ayrıca Gazneliler, Hind dünyâsı kültürü ile doğrudan doğruya temas kuranlar olarak târîhe geçmişlerdir.
Yıllar sonra, Pakistan Devleti'nin kurulmasında da birinci derecede etken olmuşlardır. Sultan Mahmûd ve Mes'ûd'un şahsiyetleri ise halkın zihninde büyük Müslüman ve halk kahramanları olarak yerleşmişti. Mahmûd, daha sonraki İran edebiyâtında da meşhûr bir şahıs, adâlet ve insâf timsâli bir hükümdâr olarak yer almıştır.
Nitekim 912 yılından sonra Samani Devleti'nin vâlîleri ve kumandanları arasında Türk isimlerine de tesâdüf edilmeye başlamıştı. Bu Türklerin İran dünyâsında askerî lider ve vâliler olarak seçkin bir sınıf teşkil ettiler. Merkezî hükümetin otoritesi zayıfladığı anda, bu Türk kumandanlar devlet içinde kuvvet ve kudreti ele geçirerek yarı-bağımsız bir şekilde hüküm sürüyorlardı.
Sâmânî Devleti zayıflamaya başladığı sırada Sîmcûrîler, Kara Tegin İsficâbî ve Baytuz gibi Türk âile ve kumandanlar bazı bölgede hâkimiyet kurmuşlardı.
Nitekim Gazneliler de, Sâmânî Devleti'nin dağılma ve saray isyanları devresinde durumdan yararlanarak ortaya çıkan Türk âilelerinden birisidir. Sâmânî Devleti içinde Türklerin en mühim şahsiyetlerinden biri olan Horasan orduları kumandanı Alptegin, 961'de Vezîr Ali Muhammed Bel'amî ile birleşerek kendi adayını zorla Sâmânî tahtına oturtmak istedi. Fakat bu arzûsunda başarısızlığa uğradı. Alptegin, bu başasırızlıktan sonra, beraberindeki çok az bir kuvvetle, Doğu Afganistan'daki Gazne şehrine çekilmeğe mecbur kaldı ve mahallî bir hânedân olan Levikleri bertaraf ederek adı geçen şehre hâkim oldu (962). Bu sûretle Gazneliler Devleti'nin temeli atılmış oluyordu.
Gazne şehrinin bulunduğu Afganistan'ın bu bölgesinde Türklerin mevcûdiyetinin İslâm'dan daha önceki devrelere dayandığını kısaca belirtmiştik. Bu bakımdan Gazneliler Devleti sadece Alptegin'in beraberinde getirdiği Türk askerlerine dayanmamaktadır. Muhakkak ki, bu bölgeye önceden gelenler devlete bir temel olmuş, daha sonra kuzeyden gelecek Türkler de Gazneliler'in gelişmesini sağlamıştır.
Levik Hânedânı Gazne'yi kolay kolay elden bırakmamış, Alptegin (öl. 963)'e halef olan oğlu Ebû İshak İbrahim zamanında (966) bu şehri ele geçirmiştir. Ebû İshak, Sâmânî Emîri'nin yardımı ile Gazne'ye tekrar hâkim oldu. Bu sâyede Sâmânîler bu bölge üzerinde hiç olmazsa ismen hâkimiyet kurdular. Ebû İshak İbrahim'in oğlu olmadığından ölümünden sonra devletin başına Türk kumandanlarının geçtiğini görüyoruz. Bunlardan birincisi Bilge Tegin idi.
Bilge Tegin, Gerdiz Kalesi'ni kuşattığı sırada ölmüş (974-5), yerine Böri Tegin (veya Pîrî Tegin) geçmişti. Ancak Böri Tegin'de Gazne'de fazla hüküm sürmemiş, kabiliyetsizliği sebebiyle, Türkler tarafından görevinden uzaklaştırılarak yerine Alptegin'in en çok güvendiği taraftarlarından biri olan Sebüktegin geçirilmişti (977).
Sebüktegin, oğlu Mahmud'a bırakmış olduğu Pend-name'sine göre, şimdi Kırgızistan hudutları içinde bulunan Isık-göl sahillerindeki Barshân bölgesinde dünyaya gelmişti. O'nun Karluk Türkleri'ne bağlı boylardan birine olması çok muhtemeldir. Sebüktegin'in başa geçmesiyle Gazneliler Devleti, hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hânedânın idâresi altına girmiş oldu. Bir diğer yönüyle Gazneliler Devleti'ni, kuruluş yıllarında yöneten Türk kumandanların yerine artık bir hânedân almış oluyordu.
Sebüktegin, görünüşte Sâmânîlerin bir vâlisi olarak hareket etmesine rağmen, bağımsız Gazneliler Devleti'nin temeli kuvvetli bir şekilde onun zamânında atılmıştı. Çok geçmeden Türklerin kudreti Gazne'den doğu Afganistan'daki Zâbulistân bölgesine yayıldı. Şüphesiz 5 ve 11. yüzyıla kadar merkezî Afganistan'daki Gûr'un erişilmez dağlık bölgelerinde putperestlik devam etmişti. Sebüktegin, Zâbulistân asîlerinden birinin kızıyla evlenerek buradaki mahallî duyguları kendi tarafına çekmeye çalıştı.
Sebüktegin, devletin devamlılığını emniyet altına almak için en iyi yolun dinamik bir genişleme siyâseti izlemek olduğunu görmüş olmalıdır. Nitekim iktidâra geçtikten sonra rakip Türk gulam grupların bulunduğu Büst şehrine bir sefer düzenleyerek ele geçirdi. Aynı zamanda kuzey-doğu Belucistân'daki Kusdar bölgesini Gazneli topraklarına ilâve etti. O hâkimiyetini Toharistân ve Zemîndâver'e kadar genişletmiş ve daha sonra gözlerini Hindistan'a çevirmişti.
Onuncu yüzyılda Lâğân ve Kâbil'e kadar aşağı Kâbil vâdisi kudretli Vayhand Hindûşâhî hükümdârlarının hâkimiyeti altında idi. Bu hükümdârlar İslâm'ın kuzey Hindistan'da yayılmasına bir engel teşkil ediyorlardı. Neticede takriben 986-7'de Kâbil-Lâğmân bölgesindeki çetin savaşlardan sonra Hindûşâhî Râcâsı mağlûb edildi ve Sebuktegin Kâbil nehri boyunca Peşâver'e kadar ilerlemeye ve orada İslâmiyet'in tohumlarını ekmeğe muvaffak oldu.
Sebüktegin'in bundan sonra Sâmânîlerin iç siyâsetinde önemli rol oynamağa başladığını görüyoruz. Türk kumandanlarından Ebû Ali Sîmcûrî ve Fâik ittifâkına karşı, Sâmânî emîri Nûh b. Mansûr, Sebüktegin'i yardıma çağırmıştı (994). Sebuktegin ve oğlu Mahmud Horasan'a gelerek bu isyancıları mağlûb ettiler (995). Bunun neticesinde Sâmânî emîri onlara unvanlar ve ayrıca Mahmûd'a da Horasan orduları kumandanlığını vermişti. Sebüktegin, Gazneli Devleti'nin temellerini sağlam bir şekilde attıktan sonra 997 yılında öldü.
Sebüktegin daha hayatta iken küçük oğlu İsmail'in, tahta çıkmasını kararlaştırmıştı. Ancak yetenekli ve kudretli bir şahsiyete sâhib bulunan büyük oğlu Mahmûd bu kararı dinlemeyerek mücâdeleye girişmiş ve İsmâil'i mağlûb ederek Gazneliler tahtını ele geçirmişti. Mahmûd daha sonra Sâmânî Devleti'nin iç işlerine karıştı. Ayrıca Sâmânîler tarafından tanınmayan Bağdad Abbâsî halîfe el-Kâdir Billâh adına hutbe okuttu.
Halîfe ona Yemîn ed-Devle Emîn el-Mille lâkabını verdi. Diğer taraftan artık Sâmânî Devleti yıkılmak üzere idi. Nitekim 999 yılında Karahanlılar bu devleti ortadan kaldırdılar. Gazneliler ve Karahanlılar bu devletin topraklarını paylaştılar. Mahmûd, Horasan'da iktidârını sağlamlaştırdıktan sonra Sâmânî Devleti'nin hudud bölgelerini, yani Sistân, Cüzcân, Huttal ve Hârezm'i kendi kontrolü altına aldı.
Mahmûd daha sonra bu zamana kadar putperestliğin hâkim olduğu bir bölge olan Gûr'u kontrol altına almağa çalıştı. Buraya birincisi 1011 ve ikincisi 1020'de iki sefer tertiplendi ve bazı mahallî reisler zorla itâat altına alındı. İslâm dîninin esaslarını öğretmek için bölgeye hocalar bırakıldı. Fakat Gûr, Gazneliler tarafından alsâ tam olarak itâat altına alınmamış ve İslâm'ın bu bölgede yayılması ağır bir seyir tâkip etmiştir. Sultan Mahmûd Sâmânî Devleti topraklarının büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyetini kabul ettirdikten sonra, Hindistan'a seferler yapmağa ve burada İslâm dînini yaymağa başladı. Yeni ve gelişmekte bulunan başkent Gazne'nin kuzey Hindistan ovalarına hâkim yüksek bir yaylanın tepesinde bulunması bu seferlerin yapılmasında büyük kolaylıklar sağlıyordu.
Mahmûd, Hindistan'a on yedi sefer yaptı, bu seferler onun saltanatının büyük bir kısmını doldurmuştur. Sultan'ın Hindistan seferlerinin en önemlisi, 1025-6'daki Somnât seferi idi. Bu sefer sonunda kazandığı zaferin yankıları sür'atle İslâm dünyâsında yayıldı ve Sultan Mahmûd'un Sünnî İslâm dünyâsının kahramanı olmasına yardım etti. Abbâsî Halîfesi tarafından sultan ve âilesine yeni şeref unvanları verildi.
Sultan Mahmûd, zaman zaman Karahanlılar Devleti ile de savaşmış ve onlara üstünlüğünü kabul ettirmiştir (bk. Karahanlılar kısmı). Hayatının son yıllarında ise Türkmenlerin Âmu-Deryâ (Ceyhun)'yı geçerek Horasan'a yerleşmelerine izin vermiş, fakat daha sonra Türkmenlerin bu bölgedeki halkı rahatsız etmeleri üzerine onları mağlûp etmişti. Ancak Türkmenlere Horosan'da yerleşme izni vermesi Gazneliler Devleti için ileride büyük bir tehlike teşkil etmiştir.
Mahmûd, batı yönünde de devletini genişletmiş ve Irak'daki Büveyhîleri mağlûp ederek Irak-ı Acem'i kendi imparatorluk sınırları içine katmıştı. Sultan Mahmûd 1030 yılında Gazne'de öldü. Sultan unvanını ilk olarak kullanan hükümdârın Mahmûd olduğu rivâyet edilmiştir. O çağdaşlarının nazarında nasıl şöhretini Hindistan'da İslâm dînini yaymakla kazandı.
Sultan Mahmûd'un ölümünden sonra Gazneliler Devleti'nde tekrar taht mücâdelesinin başladığını görüyoruz. Neticede Mes'ûd, kardeşi Muhammed'i mağlûp ederek Gazneliler Devleti'nin başına geçti. Muhammed'in gözlerine mil çekilerek hapsedildi. Mes'ûd, iyi ve cesur bir askerdi. Ancak şiddete taraftar olması ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle devlet idâresinde babası kadar başarılı olamadı.
Sultan Mes'ûd, birçok husûslarda babasının kuvvetli karakterinden yoksundu. Maiyeti onun keyfî hareket ve avâreliğinden şikâyetçi idiler. Mes'ûd babasının Hindistan'daki başarısını korumakta kararlıydı. Ancak Karahanlılar Ali Tegin ve Selçuklu tehlikesi karşısında buraya babası kadar çok sayıda sefer tertibleyemedi. Yine de 1033'de bir sefer tertipleyerek Sarsûtî veya Sarsâva kalesini zapt etti.
Daha sonra, Selçuklu tehlikesinin artmasına rağmen, 1037-38 kışında Delhi yakınındaki Hansî kalesine yapılan bir seferi bizzat yönetmekte ısrar etti ve bu kaleyi de ele geçirdi. O Hindistan'a yaptığı seferlerde başarı kazanmasına rağmen, Selçuklular karşısında büyük bir muvaffakiyet elde edemedi.
Neticede, Tuğrul Bey ile Dandanakan'da karşılaştı ve üç gün süren bir savaştan sonra ağır bir yenilgiye uğradı (1040). Mes'ûd, Selçuklular'a karşı koyamamak korkusu ile ailesini ve hazinelerini toplayarak Hindistan'a doğru çekildi. Ancak bu yolculuk sırasında bir ayaklanma sonucu tahttan uzaklaştırılarak kör kardeşi Muhammed ikinci kez tahta çıkarıldı. Mes'ûd ise öldürüldü (1041).
Mes'ûd'un oğlu Mevdûd, babasının intikamcısı ve taht iddiacısı olarak ortaya çıktı ve mücâdelesinde başarılı oldu. Amcası Muhammed ve taraftarlarını mağlûp ederek Gazneliler Devleti'nin başına geçti (1041). Ancak Mevdûd'da Gazneliler Devleti'nin duraklama devrinin kaderini değiştirecek meziyetlere sahip değildi.
O, gerek Hindliler ile ve gerekse Selçuklular ile mücâdele etti ve Selçuklu akınlarını geçici olarak durdurabildi. Mevdûd, komşu devletler ile bir ittifâk meydana getirerek Selçuklular üzerine yürüdüğü bir sırada öldü (1049).
Medûd'da sonra kısa sürelerle oğlu II. Mes'ûd ve I. Mes'ûd'un oğlu Ali tahta geçtiler. 1050 yılının başında Gazneliler tahtında Mahmûd'un oğlu Abdurreşîd'i görüyoruz. Fakat 1053 yılında Tuğrul adındaki bir Türk kumandan Abdurreşîd dahil on bir şehzâdeyi öldürerek Gazneliler Devleti'nin başına geçti.
Ancak onun hâkimiyeti de çok kısa sürmüş ve yine bir Türk kumandan tarafından öldürülmüştü. Daha sonra Gazneliler tahtına I. Mes'ûd'un oğlu Ferruhzâd geçirildi. Sultan Ferruhzâd Selçuklular ile başarıyla mücâdele etmiş ve 1059 yılında ölmüştür. Tahta geçen kardeşi İbrâhîm devrinin en önemli olayı, hiç şüphesiz uzun yıllar devam eden Selçuklu-Gazneli mücâdelesinin bir barış ile sona erdirilmesi idi (1059).
Sultan İbrâhîm, babasının ve dedesinin zamanındaki Gazneliler Devleti'nin parlaklığını yeniden sağlamaya çalışmış ve bu barış sırasında Selçuklu sultanları ile eşit şartlarla müzâkereye girmişti. Daha sonra iki hânedân arasında evlilik münâsebetleri ile bu barış daha da sağlamlaştırıldı.
Sultan İbrâhîm, Hindistan'da bazı kaleler zaptetmiş ve Gûrluların çağrısı üzerine Gûr bölgesini hâkimiyeti altına almıştı. Sikkeleri üzerinde ilk defa sultan unvanı görülen Gazneli hükümdarı İbrâhîm idi. Onun saltanatı kırk yıl sürmüş ve 1099'da ölmüştür.
Sultan İbrâhîm'in yerine oğullarından III. Mes'ûd geçti. Bu hükümdâr devrinde daha çok Hindistân seferi göze çarpıyor. III. Mes'ûd'un 1115 yılında ölümünden sonra, oğlu Şirzâd bir yıl kadar Gazneliler tahtında hüküm sürdü. Daha sonra III. Mes'ûdun oğulları arasında taht mücâdelesinin başladığını ve Gazneli Devleti'nin iç işlerine Selçuklular'ın karıştığını görüyoruz. Şirzâd'dan sonra tahta Arslan-şâh geçti ise de, kardeşi Behrâm-şâh Selçuklu ailesinden Horasan melîki olan Sencer'in yardımını sağlayarak Gazneliler tahtına sâhip oldu (1117). Arslan-şâh önce Hindistan'a geçmiş, sonra Gazneliler tahtı için yeniden mücâdeleye girişmişse de bu uğurda hayatını kaybetmiştir (1118).
Sultan Behrâm-şâh, Hindistan'da daha çok isyancılar ile uğraştı. 1134 yılında önceden ödemeyi kararlaştırdığı yıllık 250.000 dinar vergiyi göndermemesi, Selçuklu sultanı Sencer'in, Gazne üzerine yürümesine sebep olmuştu. Sultan Sencer Gazne'ye kadar ilerlemiş ve Hindistan'a kaçan Behram-şâh'ı affederek yine Gazneliler Devleti hükümdârı olarak bırakmıştı (1136). Behrâm-şâh devrinin olayları arasında Gaznelilerin, Gûrlular ile olan münâsebetleri de dikkati çekmektedir.
Gittikçe kuvvetlenen Gûrlular, nihâyet bir intikam vesîlesi ile Gazne şehrini yaktılar (1151). Behrâm-şâh, yeniden Gazne'ye hâkim oldu ise de (1152), onun zamanı artık Gazneliler Devleti'nin çöküş içine girdiği bir devre idi. Behrâm-şâh, 1157 yılında öldü ve yerine oğlu Hüsrev Şâh geçti.
Sultan Sencer'in Oğuzlar tarafından esir edilmesinin yarattığı kargaşa (1153-1157) ve Gazneliler'in bu Selçuklu sultanının yardımından mahrûm kalması Gûrluların işine yaramış ve bundan yararlanarak süratle hâkimiyetlerini genişletmişlerdi. Neticede Hüsrev-şâh Gazne'yi terk ederek Lahor şehrine yerleşti. Gazneliler bundan sonra Hindistan'daki toprakları üzerinde hüküm sürebildiler. Hüsrev Şâh 1160'da Lahor'da öldü ve yerine oğlu Hüsrev Melik geçti. Nihayet Gûrlular bir hile ile onu esir ederek Gazneliler Devleti'ne son verdiler (1186-7).
Gazneliler devri, kültür bakımından da parlak geçmiştir. Sultan Mahmud ve oğlu Mesud saraylarında devrin en büyük kabiliyetlerini toplamaya çalışmışlar, şairlere hürmet ve sevgi göstermişlerdi. Sultan Mahmud'un sarayında dört yüz şairin bulunduğu rivayet edilmektedir. Edebiyattan başka tarih yazıcılığı da Gazneliler'de çok önem taşımaktaydı. Sultan Mahmud Harizm'i ele geçirdiği zaman ortaçağın büyük bilim adamlarından Biruni'yi Gazne'ye getirtmişti.
Böylece, Biruni, Hindistan'a yapılan Gazneli seferlerine katılma şansı buldu. Onun büyük eseri "Tahkik mâli'-Hind" bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu eser Hinduların inanç ve adetlerini tarafsız olarak inceleyen ilk İslamî eserdi. Bu eserde Hind din, ilim ve coğrafyası hakkında çok geniş bilgi bulunmaktadır.
Gazneli sultanlar, mimari faaliyetleri ile de dikkat çekmişlerdir. Sultan Mahmud ve Mesud dönemi eserlerinden pek azı bugüne kadar gelebilmiştir. Mahmud, halkın yararı için çarşı, köprü, su yolu ve kemerleri ile camiler yaptırmıştır. Sultan Mesud'un kendisi de zaten yetenekli bir mimardı ve yaptırdığı bir sarayın planını kendisi çizmişti.
Gazneliler'in, Türk ve İslâm tarihindeki başlıca rolü, kuzey Hindistan'ın fütühâtına yol açarak İslâm dînine Pencâb'da kuvvetli bir dayanak noktası elde etmesi ve daha sonraki Hindistan fetihlerine bu sûretle sağlam bir zemin hazırlamış olmasıdır. Ayrıca Gazneliler, Hind dünyâsı kültürü ile doğrudan doğruya temas kuranlar olarak târîhe geçmişlerdir.
Yıllar sonra, Pakistan Devleti'nin kurulmasında da birinci derecede etken olmuşlardır. Sultan Mahmûd ve Mes'ûd'un şahsiyetleri ise halkın zihninde büyük Müslüman ve halk kahramanları olarak yerleşmişti. Mahmûd, daha sonraki İran edebiyâtında da meşhûr bir şahıs, adâlet ve insâf timsâli bir hükümdâr olarak yer almıştır.
bkz. Samanîler
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Gazneliler Resimleri
III. Mesut minaresi (12. yüzyıl)
1100 yılında Avrasya ve Gaznelilerin çöküşü.
1071'de Selçuklu-Gazneli sınırı
Dandanakan Savaşı'nı gösteren bir minyatür.
I. Mesut adına kesilmiş bir sikke.
Gazneli Mahmut'un mezarı
Tarihî bölgeler: Horasan (A), Maveraünnehir (B) ve Harezm (C)
Gaznelilerin Hint Seferleri başlangıcındaki sınırı.
Alp Tegin (Söğüt Müzesi)
Oğuz Yabgu
Bozoklar ve Üçoklar
Bu boyların Bozoklar ve Üçoklar olarak ikiye bölünmesi ise daha sonradır. Bu iki ana kol arasında çıkan anlaşmazlıklar, boyların bir kısmının batıya göçmesine neden oldu, bir kısmı da Göktürk Devletiˊnin kurulması ve Ötükenˊi işgali nedeniyle batıya göçmüştür(6.yy). Kalanlar Göktürk egemenliği altına girmiştir. 630ˊda ilk Göktürk devletinin zayıflayıp Çin kontrolü altına girmesiyle tekrar birleşmeye başlamışlarsa da ikinci Göktürk Devleti kurulunca fazla direniş gösteremeden tekrar egemenlik altına girdiler.
(7.yy sonları). 745 yılında ikinci Göktürk Devleti de yıkılınca batıya ve Çinˊe göçmüş birçok Oğuz Boyu da Ötükenˊe geri dönerek Kutluk Bilge Kağanˊın kurduğu Uygur Devleti çatısı altında birleşti. 840 yılında Uygur Devleti Kırgızlar tarafından yıkılınca Oğuzların asıl büyük göçü başladı ve Asyaˊnın dört bir tarafına ama daha çok kitleler halinde batıya göçtüler. Cengiz Hanˊın kurduğu Moğol İmparatorluğunun egemenliği altına girdiler. Moğol egemenliği sona erdikten sonra tekrar toparlandılar. 10. yüzyılda Hazar Deniziˊnin doğusunda Oğuz Yabgu önderliğinde ilk devletlerini kurdular. 1000 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılan bu devletten sonra Oğuzlar ikiye bölündü, bir kısmı kuzeye giderek bugünkü Kırım, Kazak, Bulgar ve Tatar Türklerinin atası oldular; bir kısmı da Selçuk bey önderliğinde güneye indiler, İslâmı kabul edip İslâm orduları hizmetine girdiler.
Selçuklular olarak anılmaya başlayan bu kol Tuğrul Bey önderliğinde 1038 yılında Irak ve İranˊda Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurdu. Etrafta dağınık yaşayan diğer Türk boyları da bu İmparatorluğa katıldı. 1153ˊte kuzeydoğudan gelen Karahıtaylar ve Karluklar tarafından imparatorluk yıkılınca Oğuzlar dağıldı. Dağılan bu boyların kimi Harzemşahlara bağlandı, kimi Horasanˊa, Kirmanˊa göçtü, kimileri de daha batıya gidip Irakˊa, Suriyeˊye yerleşti, kimileri de Anadolu Selçuklu Devleti ˊne katıldı. Bunlardan sonra kurulan Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi Devletleri, Anadolu beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu, Suriye, Irak ve Azerbaycanˊda çeşitli beylikler vs. hep Oğuz kökenli Türklerin kurduğu devletlerdir.
Oğuz Türkleri, Oğuz Hanˊın 6 oğlu ve onların 4ˊer oğlundan meydana gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve ünvanları vardır. Bu bölümleme, Oğuz Kağan Efsanesiˊnden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya kökenli Türk halklarından olan Oğuz boyları, X. yy civarında göçebe bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak yayılmışlardır. Oğuz Türkleri, bugünkü Türkiye Türklerinin (Selçuklular, Osmanlılar, diğer Türkmen beylikleri ve boyları) atası sayılmaktadırlar.
Bu boyların Bozoklar ve Üçoklar olarak ikiye bölünmesi ise daha sonradır. Bu iki ana kol arasında çıkan anlaşmazlıklar, boyların bir kısmının batıya göçmesine neden oldu, bir kısmı da Göktürk Devletiˊnin kurulması ve Ötükenˊi işgali nedeniyle batıya göçmüştür(6.yy). Kalanlar Göktürk egemenliği altına girmiştir. 630ˊda ilk Göktürk devletinin zayıflayıp Çin kontrolü altına girmesiyle tekrar birleşmeye başlamışlarsa da ikinci Göktürk Devleti kurulunca fazla direniş gösteremeden tekrar egemenlik altına girdiler.
(7.yy sonları). 745 yılında ikinci Göktürk Devleti de yıkılınca batıya ve Çinˊe göçmüş birçok Oğuz Boyu da Ötükenˊe geri dönerek Kutluk Bilge Kağanˊın kurduğu Uygur Devleti çatısı altında birleşti. 840 yılında Uygur Devleti Kırgızlar tarafından yıkılınca Oğuzların asıl büyük göçü başladı ve Asyaˊnın dört bir tarafına ama daha çok kitleler halinde batıya göçtüler. Cengiz Hanˊın kurduğu Moğol İmparatorluğunun egemenliği altına girdiler. Moğol egemenliği sona erdikten sonra tekrar toparlandılar. 10. yüzyılda Hazar Deniziˊnin doğusunda Oğuz Yabgu önderliğinde ilk devletlerini kurdular. 1000 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılan bu devletten sonra Oğuzlar ikiye bölündü, bir kısmı kuzeye giderek bugünkü Kırım, Kazak, Bulgar ve Tatar Türklerinin atası oldular; bir kısmı da Selçuk bey önderliğinde güneye indiler, İslâmı kabul edip İslâm orduları hizmetine girdiler.
Selçuklular olarak anılmaya başlayan bu kol Tuğrul Bey önderliğinde 1038 yılında Irak ve İranˊda Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurdu. Etrafta dağınık yaşayan diğer Türk boyları da bu İmparatorluğa katıldı. 1153ˊte kuzeydoğudan gelen Karahıtaylar ve Karluklar tarafından imparatorluk yıkılınca Oğuzlar dağıldı. Dağılan bu boyların kimi Harzemşahlara bağlandı, kimi Horasanˊa, Kirmanˊa göçtü, kimileri de daha batıya gidip Irakˊa, Suriyeˊye yerleşti, kimileri de Anadolu Selçuklu Devleti ˊne katıldı. Bunlardan sonra kurulan Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi Devletleri, Anadolu beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu, Suriye, Irak ve Azerbaycanˊda çeşitli beylikler vs. hep Oğuz kökenli Türklerin kurduğu devletlerdir.
Oğuz Türkleri, Oğuz Hanˊın 6 oğlu ve onların 4ˊer oğlundan meydana gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve ünvanları vardır. Bu bölümleme, Oğuz Kağan Efsanesiˊnden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya kökenli Türk halklarından olan Oğuz boyları, X. yy civarında göçebe bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak yayılmışlardır. Oğuz Türkleri, bugünkü Türkiye Türklerinin (Selçuklular, Osmanlılar, diğer Türkmen beylikleri ve boyları) atası sayılmaktadırlar.
Urartular
Urartular MÖ birinci binyılın başında ,
Van Gölü ve çevresinde önemli bir devlet kuran ve günümüze kadar buradaki
uygarlıkları etkilemiş bir kavimdir. Yapılan araştırmalar Urartular ile Hurriler
arasında akrabalık olduğunu göstermektedir. Zaten Urartu dili de Sami ya da Hint
Avrupalı bir dil olmayıp, Asiatik bir dil olan Hurri dili ile benzerlikler
göstermektedir. Aynı zamanda Hurri ve Urartu tanrıları arasında büyük
benzerlikler vardır.
Urartular ile ilgili ilk bilgilere Asur
kaynaklarında rastlanmaktadır. Asur Kralı Salmanassar I, MÖ 1274 yılında
Uruarti’ye karşı sefer yaptığını yazmaktadır. Ancak o dönemde Urartu kavimleri
daha bir devlet haline gelmemişti. Ayrıca Tevrat’ta Ağrı Dağı için kullanılan
Ararat isminin de Urartu ile alakalı olduğu kesindir. Urartular ise kendilerine
Biaini’li demişler, Biane ya da Viane isminde bugünkü Van şehrinin adı
türemiştir.
Urartu ülkesi geçit vermez dağlarla dolu
olduğundan kavimler ilk olarak müstakil yerleşim birimlerinde yaşamışlar ancak ,
büyük olasılıkla , dışarıdan gelen baskılarla birleşmek yoluna gitmişler ve
tahminen MÖ dokuzuncu yüzyılın başlarında krallıklarını kurmuşlardır. Urartu
Devleti’nin ve krallık sülalesinin kurucusu I. Sarduri Van Kalesi’nin ilk
kurucusudur. Buradaki ilk yazıların da Asur yazısı ile taş bloklara yazılması bu
döneme rastlar. Bu dönemden sonra Urartular’ın genişleme dönemi başlar. Bu
yıllar MÖ 810- 730, Urartular’ın en kuvvetli oldukları dönemdir. Güneyde Asur
ülkesine , batıda Hatti ülkesine yayılmışlar burada savaşlar yapmışlardır.
Asur’un bu dönemde zayıflaması da Urartular’ın işini kolaylaştırmıştır. MÖ
730’larda Asur’un güçlenmesiye Urartu Devleti toprak kaybetmeye başlamıştır. Bu
dönemi Asur’la olan savaşlar takip etmiştir.nbsp; Ancak bu arada güç dengsi de
değişmektedir. Büyüyen Med tehlikesi, Med-İskit ittifakı ile sonuçlanmış ve
bunun sonucunda da Ninova düşmüş, MÖ 605 yılında da Asur İmparatorluğu tarihe
karışmıştır. Bu durum Urartu Devleti’ni de etkilemiş ve Med ve İskit tehlikesi
Urartu üzerine odaklanmıştır. Urartu İmparatorluğu de bu saldırılara dayanamamış
ve MÖ yedinci yüzyılın sonunda tarih sahnesinden çekilmiştir. Eski Urartu
kaleleri Çavuştepe ve Toprakkale’de bulunan İskit tip ok uçları Urartu ülkesini
İskitler’in ele geçirdikleri yönündeki Babil tarihlerini desteklemektedir.
Urartular bölgede önemli bir uygarlık oluşturmuşlar, Urartu metal işlemecilik
sanatı çevre kültürler üzerinde etkili olmuştur. Bu gelenek bugün bile devam
etmektedir. Ancak Urartular edebiyat alanında büyük eserler vermemişler ya da
vermişlerse de henüz gün ışığına çıkmamıştır.
URARTU İNANÇLARI
Urartu Devleti feodal bir devletti ve
şehirler merkezden gelen memurlarla yönetilirdi. Yönetim böyle olmakla birlikte
merkesi din de büyük önem taşımakta devlete dini bir karakter vermekteydi.
Urartuların dinleri ve inançları hakkında bilgimiz oldukça sınırlıdır. Çivi
yazısı belgelerin içinden derlenebilenler ve kabartma resimlerden öğrenilenler
ile sınırlı bir resim oluşturulabilir. Örneğin Uratular’da büyü ve diğer benzer
inanaçlar hakkında bilgimiz yoktur. Urartular’ın en önemli tanrısı Haldi’dir.
Haldi savaşa çıkan kralı kutsayan savaş tanrısı idi. Köken olarak bu tanrının,
ilk Urartu Devleti oluşurken en güçlü olan boyun tanrısı olduğu düşünülmektedir.
Krallar savaşı kazanmak için Haldi’ye yakarır, kazanırlarsa da diktikleri
yazıtlarda ilk Haldi’nin adını anarlardı. Yapılan binaların çoğu Haldi adına
yapılırdı. Haldi’nin karısı ise Arubani idi. Ancak Arubani bir ana tanrıça kadar
önemli değildi. Panteonda Haldi’den sonra gelen tanrı fırtına tanrısı olan
Teişeba idi. Bunun Hurri-Hitit tanrısı Teşup ile bir olduğu düşünülmektedir.
Urartu sanatında boğa üzerinde gösterilmiştir. Karısı Huba ise Hepat’ın
karşılığı olarak düşünülmektedir. Üçüncü sırada ise Güneş Tanrısı Şivini vardır.
Bu tanır da Asur Güneş tanrısı Şamaş ve Hurri tanrısı Şimigi ile aynı tanrı
olarak kabul edilir. Buradan görüldüğü gibi Urartu panteonu en önemli tanrılar
itibarı ile, başta Hurri olmak üzere yabancı kavimlerin etkisindedir. Devlet
dini yaratma çabalarının yanında her kavme de dini özgürlük verilerek birlik
korunmuştur. Hurri tanrı listelerinde seksen civarında tanrı ve tanrıça ismi
tespit edilmiştir. Bunlar arasında yabancı tanrı/tanrıçalar olduğu gibi doğa
olaylarını temsile den tanrı/tanrıçalar da vardır. Yurt ve toprak tanrısı Ebani,
deniz ve sular tanrısı Suinina, tepeler ve dağlar tanrısı Arni gibi. Kurban
törenleri Urartular tarafından sık uygulanırdı. Hatta hangi tanrıya nasıl ve ne
kadar kurban verileceğine dair yazılar da vardır. Bunların dışında çeşitli
fırsatlarda , kuraklık, kıtlık,savaş gibi olaylarda kurbanlar sunulmuştur.
Urartu tanrı kültlerinde tapınaklar önem kazanmışlardır. Tapınaklar içinde tanrı
figürünün bulunduğu bir oda, avlu ve yan odalardan oluşmaktaydı. Çoğu tapınak
birbirine benzemektedir. Çavuştepe’de , Aşağı kaledeki tapınağı Erzen şöyle
anlatmaktadır : (Çavuştepe I , bkz. Kaynakça) “Aşağı kalenin
orta kesiminde geniş bir alana yayılmış durumdadır. Çavuştepe tapınağı,
Altıntepe ve ArinBerd’te de olduğu gibi, yalnızca bir cella’dan[1] ibaret olmayıp, depoalrı
ve geniş kabul salonuyla T. Özgüç’ün ‘mabet-saray’ olarak nitelendirdiği yapı
kompleksini meydana getirmektedir. Öteki Urartu tapınakları gibi cella, köşeleri
rizalitli, kalın duvarlı ve kare bir plana sahip olup, dıştan 10x10 m, içten ise
4.50 x 4.50 m boyutlarındadır. […] Cella’nın cephesi kuzey-doğuya bakmakta,
önünde 21.50 x 21.50 m boyutlarında ve muhtemelen üç tarafı galerili, zemini
düzgün ve dörtgen yassı taşlarla döşeli bir avlu; avlunun doğu sınırında üzeri
beyaz badanalı kerpiç sekiler, kurban masası ve kuzeyde de yuvarlak bir taş
sunak yer almaktadır. […] Çavuştepe tapınağının kutsal alanı içinde, aynen
Altıntepe’de olduğu gibi, muhtemelen farklı seremonilerin sahnelendiği üç adet
kurban alanı mevcuttur.” Ayrıca Urartular tapınakların duvarlarını da
çeşitli levhaklarla süslüyorlardı. Tapınakların içinde, avluda üç ayaklı
kazanlar ve tanrı armağanlarının konulduğu masalar, altarlar da bulunuyordu.
Urartular için açık hava tapınakları da önemliydi. Tuşpa (Van Kalesi) ve
Altıntepe’de bulunan açık hava tapınakları bunlara en iyi örneklerdir.
Tuşpa’daki açık hava tapınağında kayalara oyulmuş nişler içinde II.Sarduri’nin
askeri eylemlerini anlata iki çivi yazılı stel vardı. Bu tür stellere de
tapınıldığı düşünülmektedir. Altıntepe’deki açık hava tapınağı ise ölü kültü ile
alakalı bir steller sahasıdır. (bkz. Özgüç , Kaynakça) Tapınaklar aynı
zamanda ekonomik merkezler de olmuşlar ve tanrı adına hayvan beslenmiş, ekin
ekilmiştir.
Urartular’da Doğa Kültleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi ,
Urartular doğa olaylarına, doğal varlıklara büyük önem vermişler hatta
tanrılaştırmışlardır.
Bunun dışında urartuların su
kaynaklarını, mağaraları, dağları, büyük ağaçları ve kayalıkları kutsal
saydıklarını biliyoruz.
Su kanaklarına yapılan balık figürleri,
mağaralara yapılan resimler, hayat ağacı fgürleri ve kaya resimleri bu doğal
varlıkların kutsallığını göstermektedir. Özellikle kayalara oyulan kapı figüleri
de ilginçtir. Buralarda kurban listeleri olması bu kapıların tanrılar ile aakalı
olduğunu düşündürtmektedir.
Urartularda ayrıca hayvan tanrılar, yarı
hayvan yarı insan canlılar da resimlenmiştir. Özellikle boğa figürleri
önemlidir.
Urartular’da Ölü Kültleri
Urartular da, diğer kültürler gibi
ölümden sonra hayata inanmışlardı. Urartular’dan ölü gömme ile ilgili belge bize
ulaşmamıştır. Ancak arkeolojik bulgulardan hem yakarak hem de yakmadan ölü
gömdüklerini, anıtsal mezar yaptıklarını ve ölü hediyesi bıraktıklarını
biliyoruz.
Açık hava tapınaklarının da ölü kültü ile
olan ilşkisini Altıntepe açık hava tapınağı için Özgüç şöyle anlatmaktadır:
(bkz. Kaynakça)
"Bu açık hava mabedinin ölü kültü ile
ilişkili olduğundan ve muayyen zamanlarda burada toplanıldığından, dini
merasimler yapıldığından şüphe edilmemelidir. Açık hava mabedinin mâna ve plan
bakımından paraleli Urartuda, hatta bütün Anadolu’da mevcut değildir. Bu
bakımdan buna Uratuların ortaya koyduğu bir yenilik gözü ile
bakılmalıdır."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)